MANİCİLİK
Işığın Oğlu Mani ve Düalist Gnosis...... Derleyen: Thamos (GEOMETRİ)
Manicilik (Manihæism, Manihaism) III. yüzyılın son yarısında İranlı Mani
tarafından kurulmuş bir dindir. O güne dek bilinen tüm dinsel sistemlerin
gerçek sentezi olduğu ileri sürülmüştür. Manicilik aslında Zerdüşt Düalizmi,
Babilonya folkloru, Buddhist ahlâk ilkeleri ve Hıristiyan unsurların bir
karışımından oluşmaktadır. Bu bileşimde önde gelen anlayış iki ezelî
ilkenin, iyi ve kötünün, çatışmasıdır. Bu bakımdan din tarihi araştırmaları,
Maniciliği bir tür dinsel Düalizm(ikicilik) olarak sınıflandırmışlardır. Bu
din hem Doğu'ya, hem de Batı'ya doğru olağanüstü bir hızla yayılmış; Kuzey
Afrika, İspanya, Fransa, Kuzey İtalya ve Balkanlar'da bin yıl süre ile
dağınık ve süreksiz biçimde varlığını devam ettirmiştir. Oysa, asıl
gelişimini doğduğu topraklar olan Mezopotamya, Babilonya ve İran'da
gerçekleştirmiş ve Doğu'da etkisini X. yüzyıldan sonralara kadar sürdürdüğü
Türkistan, Kuzey Hindistan, Batı Çin ve Tibet'e kadar yayılmayı başarmıştır.
Mani'nin Yaşamı
Mani(Manys, Manytos, Manentos, Manou, Manichios, Manes, Manetis, Manichæus)
özel bir isim değil, bir saygı ifadesi ya da bir ünvandır. Mani sözcüğünün
Aramîce kökeni olan "Mânâ", ışık anlamına gelmektedir. Mandeen(Sâbiîlik)
inancında bir cin olan "Mânâ Rabba" ise "Işık Kralı" demektir. Bu bakımdan
Mani sözcüğünün tam anlamının "aydınlatan" olduğu genelde kabul edilmiştir.
Mani'nin gerçek adının bilinmemesine karşın, babası ve ailesi hakkında kesin
bilgiler mevcuttur. Babasının adı Fâtâk Bâbâk(Patekios, Patticius, Paftig,
Arapça Futtûk) idi ve eski Med başkenti olan Ecbatana(Hamadan) kökenli bir
aileden geliyordu. Karısı, yani Mani'nin annesi ise soylu Arsakî hanedanı
ile akraba olan Marmarjam'dı.
Mani, 14 Nisan 216 tarihinde Babilonya'ya bağlı Mardinu kentinde(Mardin?)
dünyaya geldi. Fâtâk güçlü dinsel eğilimlere sahip bir kişi olmalıydı, zira
bir süre sonra Ecbatana'yı terk ederek, Güney Babilonya'da bulunan
"Menakkede"(Arapça Mugtasıla) adlı bir Mandeen tarîkatine katıldı ve küçük
oğlunu bu inançlara göre yetiştirdi. Mani'nin babası da, din reformu
taraftarı olarak önemli etkinliklerde bulunmuş ve adeta oğluna öncülük
etmiştir. Mani dinsel eğitiminin yanısıra gençlik yıllarını nakkaşlık
öğrenerek geçirmiştir.
Mani'nin içinde büyüdüğü bu tarîkat hakkında pek ayrıntılı bir bilgi mevcut
değildir. Bir tür su ile arınma yani "vaftiz" uygulamasına sadık oldukları
biliniyor. Tarîkat üyeleri, günahlarından arınmak için hergün abdest
alıyorlar ve yiyeceklerini de su ile temizliyorlardı. Ayrıca, et yemiyorlar
ve şarap içmiyorlardı. Her üye kendine ayrılmış bulunan tarlada çalışmak
zorundaydı. Tarîkat'in yerleşik ve tarımsal görünümü bir Yahudi tarîkati
olan Esseneler'i andırıyor. Bu benzeşimi güçlendiren diğer bir öğe de, kendi
dinsel inançlarını tıpkı Esseneler gibi "Yasa"(Nomos) olarak
adlandırmalarıdır. Öteki önemli bir unsur da, bu tarîkatin, bir Yahudi
uygulaması olan "Sabbat" gününe riayet etmesidir.
Mani, 20 Mart 242 günü Gundeşapûr kentinde I. Şahpur'un tahta geçme
törenleri için ülkenin her yanından toplanmış bulunan kalabalığa öğretisini
ilk kez ilân etti. "Nasıl Buddha Hindistan'a, Zerdüşt İran'a ve İsa Batı
topraklarına geldiyse, işte şimdi ben, Mani, Babilonya topraklarında Gerçek
Tanrı'nın habercisi olarak peygamberliğimi duyuruyorum." Mani'nin bir süre
sonra ülkeyi terk etmek zorunda kalmış olması, önceleri pek başarılı
olamadığını kanıtlıyor.
Mani, uzun yıllar süresince çeşitli ülkeleri gezerek öğretisini yaydı,
Türkistan ve Kuzey Hindistan'da Manici topluluklar kurdu. Nihayet İran'a
geri döndüğünde, Şah I. Şahpur'un kardeşi Perviz'i kendi inancına çekmeyi
başardı. Mani, en önemli yapıtlarından biri olan "Şahpurikan"ı Perviz'e
ithaf etti. Perviz, Mani'nin Şahın huzuruna kabul edilmesini sağladı ve
böylece Mani I. Şahpur'a dinsel mesajını aktarma fırsatını buldu.
Ancak, bir süre sonra Mani tekrar bir kaçak olarak yollara düştü. Farklı
yörelerde kendi inancını yayma çabasını sürdürdü. Bu geziler sırasında,
öğretisini yayan ve güçlendiren uzun mektuplar kaleme aldı. Bu dönemin
sonunda yakalanarak hapse atıldı ve ancak 274 yılında I. Şahpur'un ölümü
üzerine özgürlüğe kavuşabildi.
I. Şahpur'un yerine geçen oğlu I. Hürmüz, Mani'ye destek oldu. Ne var ki, I.
Hürmüz'ün saltanatı yalnızca bir yıl sürebildi. 274 yılında Şahpur'un diğer
oğlu Behram tahtı ele geçirdi. Bu saltanat değişimi Mani'nin sonunu
hazırladı, zira Mazdeizm'e bağlı olan yeni Şah, her türlü yabancı inancın
koyu bir düşmanıydı. Yeni Şah I. Behram, Mani'yi çarmıha gerdirdi. Mani
yandaşlarını yıldırmak amacıyla cesedi parçalandı, derisi yüzüldü, içine
saman doldurularak kent kapısına asıldı. Mani'nin ölüm tarihi 276-277
yılları olarak biliniyor.
Öğreti O dönemden günümüze kalabilen resmî belgeler Mani'yi bir din sapkını ve bir
şarlatan olarak tanıtıyorlar. Ancak, XVIII. yüz yıldan başlayarak yapılan
araştırmalar Mani hakkında tüm bilinenleri değiştirdi. Artık Mani,
kimilerine göre yeni bir din kuran bir bilge, kimilerine göre de çeşitli
dinsel öğretilerin, Zerdüşt inancının, Buddha'cı ahlâkın, Mithra kültünün ve
Hıristiyan öğretisinin bileşimini gerçekleştirmiş bir dehâdır.
Özellikle XX. yüzyılda gerçekleştirilen bazı buluşlar, Mani'nin yaşam
öyküsünün tümüyle gözden geçirilmesini gerektirdi. Ortaya çıkarılan ve Mani
tarafından bizzat yazılmış olduğu savunulan bu yeni belgeler, Mani'yi
insanlığın kurtuluşunu müjdeleyen bir peygamber olarak göstermektedir. Mani,
insanlığın dinsel kurtuluşunun tarihsel bir akış içinde en önemli
aşamalarını sıralarken, kendi öncülleri arasında Enoch'u, Nuh'un oğlu Sam'ı,
Buddha'yı, Zerdüşt'ü ve İsa'yı saymıştır. Mani, bu yazılarda, İsa'nın
yaşamının belli başlı olaylarını özetlemiş, Havariler'in çabalarını, Paul'un
misyonunu, Hıristiyan Kilisesi'nin yaşadığı krizi ve dünyayı düzeltmek için
uğraş vermiş olan Marcion ve Bardanes gibi gnostikleri anlatmıştır. Nihayet,
İsa'nın müjdelemiş olduğu "Paracletos"un, yani bizzat Mani'nin döneminin
geldiğini ilân etmiştir.
"Paracletos" sözcüğü, Ruhulkudüs'e verilen bir isim olarak Yuhanna
İncili'nde geçmektedir. "Paracletos"un din dışı anlamı "şefaat eden, aracı,
arabulucu" biçimindedir. Özellikle, İsa'nın veda konuşmalarında "Avutucu,
Gerçek Ruh ve Kutsal Ruh" adı altında sıkça yer almaktadır. (Yuhanna
XIV/16,26 - XV/26 - XVI/7)
Manicilik'te gerçek gizem, köktenci ve evrensel Düalizmdir. Manici inanca
göre bu gizem, Mani'nin ruhsal ikizi olan Paracletos tarafından Mani'ye
aktarılmış ve Mani de bu gizemi öğretmekle görevlendirilmiştir. Mani, oniki
yaşındayken ilk kez göksel bir ziyarete tanık olduğunu ve ilk ilâhi
açıklamaları aldığını ileri sürer. Arap tarihçisi en-Nedîm'e göre bu
ziyareti yapan "et-Taum"(ikiz anlamına gelen Nebatîce bir sözcük) adlı bir
melektir. Bu melek Mani'nin ikizi ya da ruhsal eşi olup, onu eğitip görevine
hazırlayacak olan Paracletos'tur.
Mani'ye göre Zerdüşt, Buddha ve hatta İsa'nın başarılı olamamalarının
nedeni, kendi öğretilerini yazıya geçirmemiş olmalarında aranmalıdır. Bu
düşünce ile Mani, herkesçe anlaşılabilen basit bir dil kullanarak kendi
öğretisini yazıya dökmüştür. Manici yazıların halktan gördüğü yoğun ilgi,
Maniciliğin karşısında olanların ve özellikle Hıristiyan Kilisesi'nin neden
bu yazıları yok etmeye çalıştıklarını açıklamaktadır. 279 yılında, Roma
İmparatoru Diocletianus, İskenderiye kentinde tüm Manici yazıların
yakılmasını buyurmuştur. Buna benzer yok etme çabaları yüzyıllarca
sürdürülmüştür. Halbuki, İsa'dan sonra II. yüzyılın ortalarında İran'da
doğan Manicilik inancı, henüz ilk yüzyılını tamamlamadan Doğu ve Batı'ya
yayılmayı başarmıştı ve doğal olarak karşısındaki en büyük rakip
Hıristiyanlıktı. Manicilik ile Hıristiyanlık arasında uzun ve sert bir kavga
cereyan etti. Hıristiyanlık bu kez karşısında, akılcı yöntemleri ve başarılı
diyalektik çözümlemeleri olan, Hıristiyan Kilisesi modeline uygun örgütlenen
ciddi bir hasım bulmuştu. Her geçen gün, Manicilik karşıtı kilise kuralları,
devlet buyrukları ve düalist öğretileri kötüleyen yapıtlar çoğalıyordu.
Hıristiyan Kilisesi, Manicilik karşısında geçirdiği korkuyu bir daha asla
unutamayacak, yüzyıllar boyunca karşılaştığı her düalist hareketi
Maniciliğin bir devamı ya da hortlaması olarak kabul edecekti. Aradan uzun
yıllar geçmiş olmasına karşın Vaudois'lar, Kathar'lar, Tampliye'ler
Manicilik ile suçlanacaktı. Artık, Hıristiyan Kilisesi'nin gözünde her
sapkın inanç Manicilik olarak yaftalanacaktır. Bu suçlamadan ne Luther, ne
de Calvin kendini kurtaramayacaktır. Oysa, Luther kendi yandaşları
tarafından Kilise'nin Maniciliğe karşı son savunucusu olarak gösterilmiştir.
Batı'daki Reformasyon hareketinden sonra, her ne kadar Kilise'nin dogmatik
tutumunda önemli bir değişim olmadıysa da, Maniciliğin araştırılması ve daha
iyi anlaşılması çabaları başladı. Manici belgelerinin incelenmesi, Doğu ile
Batı'yı Zerdüşt ile İsa'yı birleştirmeye uğraşmış bir bilgenin varlığını
gösteriyordu. Zamanla, eski İran ve Hint inançlarının daha iyi
anlaşılmasıyla, Maniciliğin kaynaklarına dair yeni açıklamalar elde edildi.
Maniciliğin temel öğretisi olan gnostik düalizmin eski Zerdüşt inançlarının
yanısıra, Hint öğretilerinde kök bulduğu ortaya çıkarıldı. Böylece
Manicilik; köktenci düalizm, Doğu pagan inançları ve doğacı dinlerden
kaynaklanan, Zerdüşt'ten yola çıkarak düzenlenmiş ve İncil kalıbına dökülmüş
bir gnostik Asya inancı olarak tanımlandı.
Assyrioloji'nin gelişimi Manicilikte yeni nitelikler bulunmasını sağladı.
Böylece, Maniciliğin en eski köklerinin Kalde ve Babilonya'nın eski
inançlarında yer aldığı anlaşıldı. Sonuçta Mani dininin, Mezopotamya-İran
düalizmi üzerine temellenen ve evrensel bir din niteliğine ulaşabilmek
amacıyla Buddhizm ve Hıristiyanlık'tan aktarmalar yapan bir "syncretist"
(bağdaştırmacı) inanç olarak Doğu'ya ve Batı'ya doğru genişlediği
belirlendi. Bu genişleme, Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında tam anlamıyla
etkindi ve ancak İslâm tarafından kesin olarak durdurulacaktı. Kısacası
Mani, Zerdüşt inancının da kaynağı olan Kalde-Babilonya potasında, Buddhist
ahlâk ilkelerini ve Hıristiyan öğretisini harmanlayan bir bilgeydi.
Ortaya çıkarılan son bulguların ışığında, Manicilik bir büyük din olarak
değerlendirilebilir. Üstelik "kitaplı" bir din, bir misyoner dini,
örgütlenmiş bir din, tüm büyük dinleri kendinde eritmek isteyen evrensel ve
nihaî bir din. Ancak tüm bu niteliklerden daha önemlisi, herşeyin başına iki
ezelî ve karşıt iki ilkeyi, Işık ve Karanlığı yerleştirmiş olan ve İsa'nın
gelişini müjdelediği "Paracletos" tarafından gizemleri açıklanan köktenci
bir "gnosis"tir Manicilik. Tüm yaşamı ve tüm bilgileri içerdiğini ileri
süren bir toptancı gizem dinidir. İsa başarısız olmuş, Aziz Paul ile
Marcion'un çabaları boşa gitmiştir. Gerçek Kilise'yi yeniden düzenlemekle
görevlendirilmiş olan Paracletos-Mani zuhur etmiştir.
Gnosis
Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında, Kilise Babaları çoğu zaman pek dikkatli
ve titiz olmalarına karşın, temel teolojik konularda kararsız duruma
düşmüşlerdi. Çabalarını "Günahtan Arınma" konusuna yöneltmişler, ancak
Günahın asıl nedeni konusunda yetersiz kalmışlardı.
Oysa, o çağlarda Hıristiyanlar için en önemli sorun günahtı. İçinde
yaşadıkları, Roma İmparatorluğu'nun acımasız, sefih ve belirsiz dünyası, hiç
kuşkusuz günah dolu bir dünyaydı. Öyleyse, herşeye kadir olan, iyi Tanrı tüm
bu kötülüklere ve günahlara nasıl oluyor da izin veriyordu?
Gnostisizm'in temelinde bu kötülük ve günah sorununu çözme arzusu yatar.
Kilise bu konuda tatmin edici yanıtlar üretemeyince, düşünürler kendi öz
çözümlerini aramak zorunda kaldılar ve bu arayışın sonunda Hıristiyan
Düalizmi oluştu. II. yüzyılın ortalarında, Gnostik düşünce, birbirinden
alabildiğine farklı ancak özde birleşen Marcion, Valentinus ve Basilides
gibi düşünürlerin önderliğinde Roma dünyasını sarstı.
Gnostiklerin çözümü, görünen ve bilinen, zalim ve günah dolu evreni yaratmış
olma sorumluluğunu Tanrı'dan almak biçiminde ortaya çıktı. Marcion'a göre
evreni yaratan Ahd-i Atik'teki merhametsiz Jehova (Demiurgos) idi. Gerçek
Tanrı bir başka boyutta, iyilik dolu ve koruyucu olarak daima mevcuttu ve
Jehova'nın zalim öğretisine, yani Ahd-i Atik'e karşı çıkmak için, İsa'yı
İncil ile birlikte yeryüzüne göndermişti. Bu nedenle, Ahd-i Atik ve Ahd-i
Cedid öğretileri kesin bir karşıtlık içindeydi.
Platon, Timaeus isimli diyaloğunda evreni Demiurgos'un yarattığını söyler.
Bu Yunanca sözcük "zanaatkâr" anlamını taşımaktadır. Gnostikler, Demiurgos'u
evreni tüm kusurları ile yaratan, kötü, cahil ve kıskanç, ikincil bir tanrı
olarak değerlendirmişlerdir. Gnostizmin ilkelerine göre, sıradan insanlar,
yalnızca Gnostiklerin kavrayıp taptığı gerçek Tanrı'ya değil, bilinçsizce
Demiurgos'a tapmaktadırlar.
Çeşitli Gnostik tarîkatlerin birbirinden ne ölçüde farklı olduklarını bugün
tam olarak bilemiyoruz. Ancak, bunların tümünde bir inisiyasyon töreninin,
bir "gizeme ulaşma" ritüelinin uygulandığı biliniyor. Tüm bu tarîkatler,
insanları içlerinde bulunan "Tanrısal Öz"ün ölçüsüne göre üç sınıfa
ayırmışlar. Valentinus'a göre bu sınıflar şu biçimde sıralanıyor: önce
"Pneumatikoi"(Ruhanîler) geliyor; bu kişiler Tanrı ateşi ile dolu olup
kurtuluşları için yalnızca gnosis'in açıklanmasına gereksinim duyarlar.
İkinci kategoride "Psikhikoi"(Psişikler) bulunur; bu kişilerin ruhlarında
Tanrısal öz az da olsa bulunur ama kurtuluşları kesin değildir; kurtulmak
için iyilikler yapmaları gereklidir. Sonuncu kategoriyi "Glikoi"(Maddîler)
oluşturur; bunlar içlerinde hiç Tanrı kıvılcımı olmayan kişilerdir ve
kaçınılmaz olarak geldikleri toza geri dönecekler.
Gnostik düşünce böylesine kesin çizgilerle belirlenmiş bir Düalizmi içerdiği
için, yalnızca iyilik ile kötülüğü değil, tüm erdemlerin karşıtını da
içeriyordu. Madem ki, yaratılmış evren günah doluydu, o zaman ondan kaçınmak
gerekliydi. Öncelikle, herşeyden elini eteğini çekmek gerekliydi. Dünya zevk
ve nimetlerinde aşırıya kaçmak acınacak bir durumdu, evlenmek ve çocuk
yapmaktan uzak durulmalıydı.
Ancak, Gnostik Düalizm giderek daha keskinleşecek, Işık ve Karanlık, İyi
Tanrı ile Demiurgos arasındaki karşıtlık daha sertleşecekti. Demiurgos artık
açıkça şeytanın ta kendisi olarak düşünülüyor ve evreni yaratanın doğrudan
şeytan olduğu kabul ediliyordu.
Marcion'un temellerini attığı bu inanç zamanla ilk büyük Hıristiyan Düalist
kilisesini oluşturdu. Marcion'un düşünceleri o denli etkili olmuştu ki, daha
sonraları ortodoks Hıristiyanlık, karşısında bulduğu her türlü sapkın inanca
"Marcionist" ya da "Manihaeist" sıfatını yapıştırdı.
Ancak, Marcion'un temelde Hıristiyan olmasına karşın, Mani Hıristiyanlık
sınırlarının dışında kabul ediliyordu. Mani, bilinen yaşam öyküsüne göre,
bir sapkın Hıristiyandan çok, bir Zerdüştî olmalıdır. Mani'nin kendi
yazdıklarına göre, tüm din önderleri; Hermes, Buddha, Zerdüşt, İsa ve hatta
Platon onun öncülleridir, ancak İsa'nın yeri hepsinin üzerindedir ve
panteistik bir konuma ulaşmıştır. Mani'nin inancına göre, İsa bedenleşmiş
bir tanrısal varlıktır, yalnızca yayılan bir ışık değildir, o her yerde
vardır; İsa, insanlık için acı çekerek insanların kurtuluşunu sağlamıştır.
Örgüt ve Ritüel
Maniciliğin örgütlenmesinde de Marcion örnek olarak alınmıştır. Maniciler
iki sınıfa ayrılmışlardır: gizeme ulaşmış olanlar ile sıradan inananlar ya
da Mani'nin adlandırdığı gibi "Seçkinler" (ya da Yetkinler) ile
"Dinleyenler". Manicilik'te kadınlar da seçkinlerin arasına kabul edilirdi.
Bir tür ruhban sınıfı olan seçkinler, çok zorlu hazırlık dönemlerinden ve
çetin inisiyasyon törenlerinden geçirilirlerdi. "Consolamentum"(Teselli)
adı verilen inisiyasyon törenine pek önem verilirdi. Bu aşamadan sonra,
seçkinler "Tanrısal Işık" ile dolarlar ve artık bu ışığı dünyevî nesnelerle
kirletecek eylemlerden kaçınırlardı. Evlenmezler, mülk sahibi olamazlar, et
yemezler, şarab içmezlerdi. Tarım işlerinde çalışmamalı, hatta ekmeği bile
doğramamalıydılar. Günlük yiyecekleri ve yalın giysileri ile gezgin bir
yaşam sürmeliydi seçkinler.
Seçkinlerin ilkeleri, Buddhist keşişlerin disiplinine şaşırtıcı ölçüde
yakındı. Arada bulunan tek fark, Manici seçkinlere yerleşik yaşamın yasak
olmasıydı. Seçkinlerin yaşamı oldukça zordu. Yaşamları üç mühürle bağlıydı:
ağız, el ve gönül mühürleri... İlk mühür, tüm kötü yiyecekleri ve kötü
sözleri yasaklardı. İkinci mühür, canlı varlıkların içinde saklı bulunan
ışığa verilebilecek her türlü zararı engellemek içindi; adam öldürmek,
hayvan öldürmek, hatta meyva koparmak bile yasaktı. Üçüncü mühür, Manicilik
inancına ve temizliğine karşı çıkan her türlü düşünceyi yasaklamaktaydı.
Doğal olarak, seçkinlerin sayısı pek azdı. Tarihte ün kazanmış seçkinlerin
son derece az sayıda olması da garipsenebilir. Maniciliğe bağlı olanların
büyük çoğunluğu "Dinleyiciler"den oluşuyordu. Bunlar yalnızca Mani'nin "On
Emri" ile bağlıydılar. Bu on emir sırasıyla puta tapmayı, namussuzluğu,
cimriliği, her türlü öldürme eylemini, zina yapmayı, hırsızlığı,
yalancılığı, büyücülüğü, ikiyüzlülüğü ve Maniciliğe ihaneti yasaklıyordu.
Sıradan inananların ilk görevi seçkinlere neredeyse tapınma derecesine varan
bir saygı beslemekti. Dinleyiciler sık sık seçkinlerin önünde diz çökerek
kutsanma talep ederler, buna karşılık sebze ve meyva verirlerdi. Herkes için
geçerli olan öteki dinsel görevler dua ve oruçtu.
Dua öğle, akşamüstü, gün batımında ve güneş battıktan üç saat sonra olmak
üzere günde dört kez zorunluydu. Gündüz duaları güneşe dönerek yapılır,
geceleri ise aya bakarak dua edilirdi. Ne güneşin, ne de ayın görünmediği
günlerde dua yönü kuzeydi. Dua etmeden önce uygulanması kesin koşul olan bir
arınma riti vardı. Arınma işlemi su ile, ya da su bulunmazsa toprak ile
yapılırdı. Oruç zamanlaması da tıpkı dua gibi doğrudan astronomik olgulara
bağlıydı. Haftanın ilk günü güneşin onuruna (Sunday?) herkes oruç tutardı.
Seçkinler, haftanın ikinci günü de (Monday?) ay onuruna oruç tutmakla
sorumluydular. Ayrıca her yeni ayda, herkes ilk gün oruç tutardı.
Maniciliğin öteki rit ve törenleri hakkında bilinenler pek az. Mani'nin ölüm
yıl dönümünde gerçekleştirilen "Bema" töreni Maniciliğin en büyük kutlaması
olarak biliniyor. Bu törende sürekli dua edilir ve kutsal yazılar okunurdu.
Beş basamakla çıkılan bir platformun üzerine boş bir taht yerleştirilirdi.
"Bema" töreninin öteki ayrıntıları ne yazık ki bilinmiyor.
Ayrıca, Manicilikte vaftiz uygulamasının olduğu da kesin, fakat bu konuyu
içeren kutsal yazılar kayıp olduğundan, Manici vaftiz töreninin hiçbir
ayrıntısı bugün bilinmiyor.
Doğu'daki Etkileri
Hem Roma İmparatorluğu'nun, hem de İran'da Sasanîler'in baskısına karşın,
Manicilik hızla yayıldı. İran'ın Doğusunda bulunan ülkelerde çok başarılı
oldu. X. yüzyılın başlarında, Arap tarihçi El-Birunî "Doğu Türklerinin
büyük çoğunluğu, Çin ve Tibet'te yaşayanlar ve Hindistan'ın bir bölümü Mani
dinine bağlıdırlar" diye yazmıştı. Son zamanlarda Turfan kazılarında ortaya
çıkarılan Manici resim ve edebiyat bulguları bu açıklamayı kanıtlamıştır.
Mani'nin ölümünden bir yüzyıl sonra, Manicilik Malabar kıyılarına kadar
yerleşti. Kara Balgasun'da bulunan ve bir zamanlar Nesturîler'e ait olduğu
zannedilen Çince yazıtların, aslında Manici oldukları kuşku duyulmayacak
biçimde belirlenmiştir.
Doğu'da Manicilik, IV. yüzyılın sonlarından başlayarak, Doğu İran'da sağlam
bir sıçrama tahtası edinmiş ve buradan hareketle İpek Yolu boyunca
Afganistan'dan Tarım Havzasına kadar yayılabilmişti. Manicilik 762 yılında
Uygurlar'da devlet dini olarak kabul edilmiş ve böylelikle Çin'e doğru
genişleme olanağına da kavuşmuştu. IX. yüzyılda Uygur devletinin yok
olmasından sonra, Cengiz Han'a kadar Tarım havzasında varlığını sürdürmüştü.
Çin içinde ise, Güney kıyılarına kadar inerek, buralarda varlığını gizli bir
din olarak devam ettirmeyi başarmıştı. Çin'in Fukien eyaletinde XVI.
yüzyılda bile Maniciliğe rastlanmıştı.
Manicilik İran ve Babilonya'da hiç bir zaman egemen din düzeyine
yükselemedi, ancak Emevîlerin yönetimi altında geniş bir hoşgörü ve refaha
ulaşabildi. Maniciler kimi Emevî halifelerinden müsamaha gördüler, başkent
Bağdat'ta az sayıda olmalarına karşın, Irak'ın bir çok köyüne yayıldılar.
Ancak, Emevîlere oranla çok daha az dinsel hoşgörü sahibi olan Abbasîler
döneminde, Maniciler "zındık" olarak değerlendirilip baskı görmüşler,
çeşitli suçlamalar nedeniyle cezalandırılmışlardır. Bu suçlamalar arasında
Düalizm, zina, akraba arası cinsel ilişki ve homoseksüellik önde geliyordu.
Uygulanan baskılara karşın, özellikle Irak'ta bulunan Manici topluluk
etkinliğini IX. yüzyıla kadar sürdürmüştü. Ancak, devam eden Abbasî zulmü,
Maniciler'in toplu halde önce Horasan'a ve daha sonra, Maniciliğin bir
devlet dini olduğu Uygur ülkesine göç etmelerine yol açmıştı.
Maniciliğin, "Thomas İncili", "Addas Öğretileri" ve "Hermas'ın Çobanı" gibi
Hıristiyan "apocrypha"larını(Kilise tarafından kabul görmeyen İncil
metinleri) benimsemesinden dolayı, Thomas, Addas ve Hermas'ın Mani dininin
ilk büyük havarileri oldukları söylentisi doğdu. Addas'ın Doğu'da, Thomas'ın
Suriye'de ve Hermas'ın da Mısır'da havarilik ettikleri varsayıldı.
Manicilik, Mani'nin ölümünden önce bile, Filistin'de biliniyordu. St. Ephrem
378 yılında, hiç bir başka ülkenin Mezopotamya kadar Manicilik'ten
etkilenmediğinden yakınmaktaydı. Edessa'da(Urfa) 450 yılında güçlü bir
Manici cemaat mevcuttu. Emesus'lu Eusebius'un, Laodicea'lı George'un,
Tarsus'lu Diodorus'un, Antakya'lı Chrysostomus'un, Salamis'li Epiphanus'un
ve Bostra'lı Titus'un Maniciliğe karşı mücadele ettikleri biliniyor. Tüm
bunlar, Maniciliğin Batı Asya'da Hıristiyanlık için ne denli büyük bir
tehlike olduğunu göstermektedir. Ancak, Maniciliğin Hıristiyanlığa en fazla
zarar verdiği ülke Mısır oldu. İmparator Konstantin zamanında, Maniciliği
benimsemiş olan İskenderiye valisi tüm Hıristiyan rahiplere görülmemiş bir
sertlikle davrandı.
Doğu Roma toprakları üzerinde, Manicilik en etkin olduğu düzeye 375-400
yılları arasında ulaştı ve sonra hızla geriledi. VI. yüzyılda bir süre için
yeniden önem kazandı ve toplumun yüksek sınıfları arasında kabul gördü. Bu
dönemde İmparator Justinianus Manicilikle ciddi bir mücadeleye girdi ve kısa
sürede Maniciliğin bu canlanma çabası da bastırıldı. Ancak, bu çabalar
Maniciliği tümüyle yok edemedi. Bir süre sonra Manicilik, yeniden
canlanarak, Paulician'lar ve Bogomil'ler adı altında Bizans İmparatorluğu'nu
istilâ etti.
Batı'daki Etkileri
Batı'da Maniciliğin esas yurdu Kuzey Afrika'ydı. Mani'den sonra gelen ve
ikinci Paracletos olarak adlandırılan Adimantus da Afrika'da etkin olmuştu.
Maniliğin Afrika'daki en büyük önderlerinden biri de, IV. yüzyılın
sonlarında yaşayan Mileve'li Faustus'tur. Mileve'de yoksul bir ailenin oğlu
olarak doğan Faustus, gençliğinde Roma'ya yerleşmiş ve orada Maniciliğe
girmişti. Derin bilgi sahibi değildi, ama etkileyici bir konuşmacıydı.
Manici çevrelerde ünü çok yaygındı. 383 yılında Kartaca'ya göç ettikten kısa
süre sonra Hıristiyanlar tarafından tutuklandı, fakat herhangi bir ceza
görmeden salıverildi. 400 yılında, Maniciliği öven ve Hıristiyanlığı,
özellikle Eski Ahid'i yeren bir kitap yazdı. Hıristiyan Pederlerinden ve
Maniciliğin en önemli düşmanı olan St. Augustinus bu kitaba tam otuzüç
ciltlik bir yapıtla yanıt verdi. Faustus'un daha sonraki yaşamı hakkında
bilgi mevcut değil. Ancak, St. Augustinus'un yirmi yıl boyunca kaleme aldığı
sonraki yapıtlarında Manicilik'ten hiç söz etmemesi, bu süre içinde
Maniciliğin etkisini giderek yitirdiğini gösteren bir kanıttır. Vandallar'ın
Afrika'yı ele geçirmesi üzerine, Maniciler son bir girişimle, Arius
mezhebine bağlı Vandallar'ı Maniciliğe çekmeye çalıştılar. 477-484 yılları
arasında hüküm süren Vandal Kralı Huneric'in bu girişime karşı tepkisi çok
sert oldu ve Kuzey Afrika'daki tüm Maniciler ya sürgüne gönderildiler, ya da
yakıldılar.
Maniciliğin Batı'daki merkezlerinden biri de Roma kentiydi. 311-314 yılları
arasında Papalık yapan Miltiades, "Liber Pontificalis" isimli eserinde,
Roma'daki Manicilerden söz etmekteydi. İmparator Valentianus'un 372 yılında
çıkardığı bir ferman, Roma'daki Manicilerin kovuşturulmasını buyurmaktaydı.
384-388 yılları arasında da, Roma'da "Martari" adında yeni bir Manici
tarîkat ortaya çıktı. Bu tarîkat, özgün Mani öğretisini değiştirmeyi
amaçlayarak, seçkinlerin gezgin yaşamı terk etmesini ve bir tür manastır
düzenine girmesini öngörmekteydi. Martari'ler en büyük direnci Maniciler'den
gördüler.
VI. yüzyıldan başlayarak, Manicilik Batı'da neredeyse tümüyle yok oldu. Her
ne kadar sağda solda, kimi gizli topluluklar ve düalist tarîkatlar varlığını
sürdürdüyse de, bunların Babilonya'lı peygamber Mani ile doğrudan ya da
bilinçli bir ilintisi mevcut değildi. Ancak tam beş yüzyıl sonra, XI.
yüzyılda Doğu'dan, Bizans ve Bulgaristan yolu ile gelen Paulician'lar ve
Bogomil'ler Batı'yı etkilediler. Bunların düalist öğretileri, Kuzey İtalya
ve Güney Fransa'da tohumlanabilecek verimli alanlar buldular ve böylece
tarihte ilk kez Hıristiyan topraklarına yönelik Haçlı Seferlerine yol açmış
olan Kathar hareketinin temellerini attılar.
Sonuç
Bu denli sıradışı bir teoloji ve insanın yazgısından çok "Işık" için ilgi
besleyen bir dinsel inancın, böylesine hızla yayılıp itibar görmesi oldukça
yadırgatıcı bulunabilir. Ancak, gnostik efsanelerin bolluğu, ne denli
akıldışı olursa olsun, bu tür yaratılış öykülerine inanmaya hazır geniş halk
kitlelerinin varlığını göstermektedir. Ayrıca, III. yüzyılda Roma'nın
baskıcı ve mutsuz dünyasında, tıpkı Hıristiyanlık gibi, herkese kurtuluş
vaadeden bir inancın yayılma olasılığının ne ölçüde yüksek olduğu Manicilik
örneğinden açıkça anlaşılmaktadır.
Maniciliğin kısa sürede yayılması, ne ondan önceki, ne de sonraki dinsel
inançların yayılmasına benzemez. Zira Manicilik, öteki dinlerin aksine,
kabul edildiği ülke ve topluluklarda hiç bir temel politik ve sosyal değişim
yaratmayı öngörmemiştir. Bu durum Manici misyonerlerin görevlerini
zorlaştırmış, zaten bir bileşim olarak doğan dinlerini, öteki ulusların
kültürel ve toplumsal koşullarına adaptasyon gereğini yaratmıştır.
Maniciliğin tümüyle entelektüel düzeyde kalması ve toplumsal-politik
değişimler yaratmakta iddiasız olması en zayıf özelliğiydi. Kısacası
Manicilik anti-sosyal olması yüzünden başarısızlığa uğradı. Bu sert ve
savaşçı çağlarda, uygarlıklarını barbar saldırılarına karşı koruma
endişesindeki yöneticiler, bu denli edilgen bir inancı onaylayamazlardı.
Toplumsal kuralları hiçe sayan, yandaşlarına başıboş dolaşıp çalışmayı
reddetmelerini ve sadaka ile geçinmelerini buyuran, hayvanların
öldürülmesine bile karşı çıkan barışçı bir inancın baskı ve zulüm görmesi
kaçınılmazdı. Örgütsel yapıları da, ağır baskılardan sonra yaşamını
sürdüremeyecek kadar dayanıksız ve edilgendi.
|